
Bu ülkenin iyi yürekli insanları olarak, biz de isteriz elbette bir Kuzey Avrupalı gibi mutlu olmak, İsveçimsi sabahlara uyanmak. Ülkemizin çöp kaynaklarının bitmesine hayıflanan ve komşumuz Norveç’in kapısını çalıp “Bizde kalmamış da, fazla çöpünüz var mıydı?” diyen insanlar olmak… İstemez miyiz bir sabah uyanalım, hayvanların duygusal canlılar olduğu kanunlaşmış olsun ve hayvanlara yapılan her türlü kötü muamele insana yapılanla eş tutulsun? Hani dünyadaki dokunaklı, mutluluk verici, sanatsal olayları ve şaşkınlık yaratan bilimsel çalışmaları paylaşan içerik siteleri var ya… Oralara malzeme olsak, bu coğrafyanın insanı olarak gururlansak? İstemez miyiz? Nasıl isteriz hem de!
İtiraf etmek gerek; mutlu olmak söz konusu olduğunda bu ülke, mutlu sabahlar bağışlamıyor bize çoğu zaman. Kan ve göz yaşıyla uyanmadığımız sabahların sayısı azalıyor git gide… Terör saldırıları, verilen şehitler, kadın cinayetleri, çocuk istismarları, hayvanlara yapılan işkenceler… Aklı selim ve vicdanı tam olanların dayanabileceği şeyler değil bunlar… Yüreğimizin bir köşesi, toplumsal acılar tarafından rezerve edilmiş adeta ve mütemadiyen dolup dolup boşalıyor o köşe.
Ne ilk ne de son olan acı bir olayın ardından, yoğun bir üzüntü yaşıyoruz. Üzüntü değil, kahır… Doğru sözcük kahır. Kahroluyoruz. Elbette insanlık tarihi boyunca, gezegenin yedi köşesinde, yedi ikliminde ve yedi göğünde hep yaşanmış bu acılar. Ancak insan, kendine yakın olandan kendinden uzak olana doğru, kademeli olarak kahroluyor. Ailem diye başlayıp, arkadaşlarım, tanıdıklarım, şehrim, ülkem, kıtam diye genişleyen ve silikleşen halkaların tam ortasındayız; ‘ben’ noktasında. Herhangi bir olay, bize ne kadar yakın bir halka üzerinde cereyan ediyorsa, o kadar derinlemesine yaşıyoruz acıyı. Ve dediğim gibi, son zamanlarda çok fazla acıya maruz kaldık bize yakın olan o halkalarda…
Toplumsal bir felaket sonrası, insan kendinden ve hayatından utanıyor ve hatta mutlu olmak zoruna gidiyor. Mutlu olmak, gülebilmek, hayata devam edebilmek, sanki tamamen rastlantısal bir biçimde, “ben değil de o” olduğu için yitip giden hayatlara ihanetmiş gibi geliyor insana.
Oysa toplumsal karanlığımızın derinlerine inildiğinde, bireysel aydınlıklarımız var bizim; mutlu olmak için sağlam sebeplerimiz var…

Mutsuz insanlar psikolojik olarak zayıftır, kolay manipüle edilip kolay yönetilebilirler. Mutlu insanlar ise zihinsel olarak daha sağlıklıdır ve bu yüzden düşünme, sorgulama ve karar verme gibi alanlarda daha güçlüdürler. Mutsuzluğu makus kaderimiz haline getirmeye çalışan sisteme inat, mutlu olmak hakkımız bizim. Belki de her zamankinden daha fazla, yerden göğe kadar hakkımız… İşte bu noktada, bireysel aydınlıklarımıza sığınmamız gerektiğini düşünüyorum ben. Ayıplayanlara inat, kahkahanın kendi başına bir direniş ve hatta devrim olduğuna inanıyorum. Ve bu devrimin bir bayrağı olacaksa eğer, gülen yüz emojisini bayrak seçiyorum.
(Toplumsal hafıza) eşit değildir (bireysel hafıza)

Türkiye gibi art arda ölümlerin yaşandığı bir ülkede, mutlu olmak sadece bir sanat değil, ayrıca bir zanaat de sayılır. Ustalık gerektiren bu eylem pek kolay olmadığı için, birçoğumuz anksiyete bozukluğu veya travma sonrası stres bozukluğu veya panik atak gibi psikiyatrik rahatsızlıklarla boğuşuyoruz. O yüzden psikiyatri poliklinikleri her yaştan ve her kesimden insanla dolup taşıyor. Oysa bana kalırsa, toplumsal hafıza ile bireysel hafızanın ayırdına iyi varmak gerek. Toplumsal hafıza, toplumun başına gelenler külliyatı üzerinden daha iyi bir toplum oluşmasını sağlamak için gereklidir. Daha iyi bir toplum, daha iyi bir ülke için, yaşanan her türlü haksızlığı, çirkinliği ve ölümü toplumsal hafızamıza atmalı ve bunu değiştirmek için oy kullanma, protesto etme ve eylem yapma gibi yasal haklarımızı sonuna kadar kullanmalıyız. Sesi olmayanın sesini duyurmalı, adaletsizliğe karşı durmalı, yanlış politikaları protesto etmeliyiz. Toplumsal hafızanın amacı, ülkenin ve dünyanın geleceğini iyileştirmektir; sizi günlük hayatlarınızda mutsuz bireylere dönüştürmek değil.
Kan ve göz yaşının içinde gülünür mü?

Pek tabii, her olayın ortalama bir yas süreci vardır. Hatta ülkeler, yaşanan büyük acılardaki ortak paydayı vurgulamak için ulusal yas ilan ederler. Bazen, hiçbir bireyini tanımadığımız bir kitlesel felaket sonrasında siyah giyerek gideriz iş yerimize, oturur ağlarız televizyonun karşısındaki kanepede, sosyal medya profillerimizi karartırız. Fakat hayat, döngüsüne devam eder. Ne kadar çok kanla sulansa da toprak, nisan dedi mi bahar gelir kuzey yarım kürenin her yerine. Ağaç, mutlaka açar o kiraz çiçeğini. Ve bir gelincik, utanmadan kaldırır başını topraktan göğe doğru… Bireysel yaşamlarımız da, kendi mucizelerini barındırır içinde. Bebeğinizin ağzından çıkan ilk ‘mantıklı’ kelime, büyük bir sevinci hak eder. Çok istediğiniz bir işe kabul edilmeniz, bira bardaklarını tokuşturarak kutlanmalıdır elbette. Kediniz uyurken öyle bir kendinden geçer ki, o tebessümün sadece sizde kalması haksızlıktır adeta. Bir arkadaşınız öyle komik bir laf eder ki, gözlerinizden yaşlar gelir gülerken. Sevdiğiniz adam/kadın bir söz söyler, dünyanın çevresinde zıp zıp zıplayarak tur atasınız gelir.
Ve çok daha basit şeyler… Gündelik mutluluklar… Çayın demi, sevdiğiniz bir şarkı, merakla takip ettiğiniz dizinin yeni bölümü, ‘yaran’ bir karikatür, komşunun küçük kızının merdivenlerden gelen sesi… Lezzetli bir yemek, tatlı bir sohbet, yorgun bir günün sonunda girdiğiniz yatak…
Hayat homojen değildir güzellerim

Karma bir yapısı var hayatın; yer yer ağrı-sızı, yer yer mutluluk-coşku… Bir toplumun bireyi olmakla, kendinizin ‘ben’i olmak arasındaki farkı unutmayın. Mutluluğunuzun, ötelerde birilerinin ahkam kesmesi, nefret beslemesi, kıyması, gasp etmesi, yasaklaması ile yitip gitmesine izin vermeyin. Dünyanın, insanı doğurduğundan beridir boktan kurtulmamıştır burnu. İnsan insana, insan hayvana, insan doğaya hep kıymıştır evvel zaman içinden bu yana. Fakat emin olun ki, kurşun seslerinin gürültüsünde nice aşıklar sevişmiştir… Kıyamet gibi bir kıyımda, kaç bebeğin gülüşü yankılanmıştır ağıtların uğultusunda… “Küllenmek” en muhteşem özelliktir insana bahşedilen. Zira küllenmeseydik, kül olmuştuk taa evvel zamanın başında.
Siz yine sardunyalara su verin

Dünyada hiçbir şeyin sizi mutlu olmaktan alıkoymasına müsade etmeyin. Hiçbir sistemin, hiçbir erkin, hiçbir yönetimin gülüşünüze göz dikmesine izin vermeyin. Nasıl ki toplumsal acıların mekânıysa kalbinizin bir köşesi, geri kalanında yılmadan dans edin, at koşturun, kek pişirin… Küçük mutluluklarınızı, büyük kötülüklerden koruyun. Her bir sevincin, her bir başarının, güzel olan her şeyin -sabahın serinliğinin dahi- hakkını verin. Siz ki acı çekmenin en kibarını bilirsiniz*; kâh yazarak, kah besteleyerek, kâh çizerek, kâh meydanlarda bağırarak dökersiniz acınızı ve sorarsınız yanlış olanın hesabını. Ama günün sonunda unutmayın; siz yine sardunyalara su verin*.
* Sezen Aksu’nun Kıran Kırana adlı şarkısına gönderme yapılmıştır.